22 Mayıs 2015 Cuma

Menteşe



Çevirdiğim kitapta "hinge" kelimesi geçince aklıma bu sahne geldi.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Kürk

Ünlü moda blogger'ı bugün kolunun altında sanırım timsah çantasıyla bir kürk firmasına gittiğini Instagram'da paylaşınca ve okurlar bu duruma tepkilenince ünlü moda blogger'ı takipçileriyle bu konuda (henüz) yüz göz olmadı da, ziyarete gittiği firma şöyle yorum bıraktı: "... Animal welfare is a important part of this. ..." İşte bugün de Türk bir kürk firmasının bu şekildeki savunmasına şaşırdım, sayın seyirciler.

Bu mantıkla başa çıkılamayacağından tek bir şeye itirazım olacak; İngilizce'de ünlü harflerden önce gelen "a", "an" olur.

3 Mayıs 2015 Pazar

Varoş Basması



Bu fotoğrafı bugün Belgrad Ormanı'nda çektim.

Çardağın altındaki onca torbada ne olduğunu çılgın merak ettim. Taşındığınız mı annem ormana, orada mı yaşayacaksınız artık? Ormanlarda, su kenarlarında kızarmış et yemeden yapamıyoruz. Bu uğurda onca şey hiç üşenmeden taşınıyor oralara kadar. Bir de ileride piknik tüp üzerinde çay demleyenler vardı. Türk insanı demli çay içmekte gösterdiği inadı başka işlerde gösterseydi ülkece uçar giderdik zannımca. Hayır, ne olacak yani bir termos ve iki sandviçle piknik yapsan? Bir de karpuz var. O da şart. Suda soğutmak daha da şart. Piknik hiçbir ülkede bizimki kadar kötü çağrışımlı bir kelime değil. Piknik=sakillik.

Her yeri kaplamış mangal kokusuyla verdiği rahatsızlık yetmezmiş gibi, birazdan müziğini de açacak. Bulunduğu yerde görüntüsüyle, kokusuyla, sesiyle illa ki mütecaviz olacak. Kimi insanların hayatları boyunca bir kez olsun başkalarını rahatsız ediyor muyum acaba endişesi taşımadığına eminim.

Meseleyi bir şiirle noktalamak istiyorum; buyurun buradan yakın.

9 Mart 2015 Pazartesi

Yelle - Complètement fou





Yelle bu hafta 14'ünde Babylon'da gece yarısı gibi sahne alacak. Tı. Sonra saatini değiştirip 10 yaptılar.  Ben bunu Facebook'tan gelen ileti sayesinde öğrendim ama Facebook kullanmayan müziksevere nasıl iletirler, bilemem. Düşünsenize ne güzel olur; 11 buçuk denen konser 10'da başlıyor ve siz de gittiğinizde Yelle'in tozunu yutuyorsunuz. Bu arada bir bilet aldım; bir aydır Babylon'dan gelen maillerle köye yol döşedim, o da ayrı mesele. Bir de bence konser hala gece yarısı gibi başlayacak ama Babylon o bir buçuk saati bize ulaşılmaz barına zorlu göç sırasında itiş kakışla dökülen bira satarak geçirecek. Diyeceğim odur ki, Babylon is/has always been such a bore. Ayrıca İstanbul'un belediye otobüslerinde insanlar hakkında ne hissediyorsam böyle mekanlarında da bir tık bile daha azını hissetmiyorum.

Neyse, konser çıkışı Yelle'e çıkma teklif etmeyi planladığım için bunların hepsine katlanacağım.  

2 Mart 2015 Pazartesi

New York Times makaleleri

En merak ettiğim konulardaki NYT makalelerini bile okuyamıyorum ve açıkçası bana ilgimi en çok çeken konulardaki makaleleri bile okumayı eziyet haline getiren NYT'a şaşırıyorum. Amerikan entelektüeli herhalde çok sabırlı; ben değilim. Yani hem Türk enteli değilim, hem sabırlı değilim.

Bu makaleleri okuyamadıkça beni en çok şaşırtan şey beklediğim üzere kelime hazinemin yetmemesi, dilin ağdalı gelmesi olmadı. Aksine, iki senedir takip ettiğim bu makaleleri dil açısından oldukça sade ve anlaşılır buldum. Öyleyse ne? Makaleler öyle uzun ki içim kıyılıyor. Belki aslında makale uzun bir şeydir de, biz kendi gazetelerimizden alışkın değilizdir; bilmiyorum. Öyle uzun uzun okumaya sabrım, isteğim, vaktim yok. Ve bence bu devirde bu konuda çok da yalnız değilim.

Sonra aşırı detaylı, bol tasvirli. Öyle ki sadede çok zor geliniyor. Biriyle röportaj mı yapıyorlar? Adeta kelimelerle fotoğrafını çekiyorlar. 1700'lerde yaşamıyoruz ki, buna gerek var mı? Tasvirler Victor Hugo romanı gibi bitmek bilmiyor. Bu sabah büyük hevesle Elizabeth Moss ile ilgili bir makaleyi/röportajı okumaya niyetlenmiştim; kadının odasının ne renk/ne sıcak/ne nemli/sandviçinin neli olduğunu aşamadım ve makaleye şöyle bir göz gezdirip kapattım.

Bugüne kadar sebat edip de okuduğum tek makale şu oldu çünkü Hunt of the Dragon serisindeki duvar halıları için ölüyorum bitiyorum ve halıların fotoğraflanmasında iki matematikçinin oynadığı rolü çok merak ediyordum.

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kurumsal hayata sığamayan o çok özel kadınlar

Bir tane daha kurumsal hayatı bırakan deli dolu, gözü pek kadın hikayesi dinlersem kusucam. Yani mevcut işinde dikiş tutturamışsın ya da olmamış, istememişsin ve başka bir işe geçmişsin. Bu neden bu kadar büyük bir cesaret hikayesine dönüştürülüyor? Neticede hepimiz para kazanmak için bir şeyler yapıyoruz işte. Kurumsal hayatın da saygı duyulması gereken, bambaşka melekeler gerektiği niye hiç düşünülmüyor? Kimileri illa her şeylerine madalya takılsın istiyor. Kurumsal hayatı bırakan herkes kendini neden bu kadar özel, bu kadar renkli sanıyor? Kurumsaldan ayrılmışlar ama o sevmedikleri pazarlama-satış hala on numara.

Bu minvalde aklıma takılan diğer şeyler:

-Elbet herkesin çevresinde kurumsal hayatta çalışan birileri var. Bu insanların ruhu öküz mü? Değil. E ayıp değil mi şimdi kendini methetmelere doyamazken onları da aslında ha bire kötülemek? Bi de arkadaş, sen mesleği diş buğdaylarına biberon şekilli kurabiye pişirmeye bıraktıysan Allah aşkına bi sus otur. Kimse kusura bakmasın, o işe zerre saygım yok benim. Her şeye saygı duymak zorunda değilim.

-Kurumsal hayat kötü mü? Maaşta yamuk yapan bir yerde değilsen ayın biri dedi mi maaş tak yatar. İyi yerler bayramdan önce de yatırıyor, büyük hoşluk. Sigorta ödeniyor. Bazen Sodexho veriliyor ki onlar artık çek gibi değil, kart olmuş. Ya da yemekhane var. Bilhassa yabancı şirket yemekhaneleri çok afiliymiş. Ay neyse, aç gibi yemek işine yoğunlaştım.

-Bir de çoğu kez kurumsal hayatı o kadar çok kötülerken kurumsal hayattaki kocaya ufaktan bir teşekkür etmek hoş olabilir.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Mad Men


Bu diziyi çok yavaş, çok garip ve çok kuvvetli sevdim. Neredeyse üç sezon mesafeli gittim; usul usul ama sağlam büyüdü içimde. Kendimi kimsenin yerine koyamadığım, kimseyle özdeşleştiremediğim bir, iki diziden biri oldu. Hakkını vererek izledim. Bir gece izlerken dalıp gitmişim; "Adamlar o vakit ne güzel dizi çekmiş," dedim. Neticede bir de baktım ki dizi hayatımın bir bölümü olmuş; sonrasında geriye dönüp diziyi düşündüğümde onu çoğu bölümünü soğuk balkonda üstümde paltoyla izlediğim kıştan ayrı hatırlayamayacağım.

Don'ın Megan'a çocuklarını sevmediğini, sevemediğini söylediği bir bölüm vardı. İçime en çok o bölüm işledi. Don'ı babama benzettiğimden olacak. Şimdi ilişkimiz diner'larda cherry topped soda hüpletmek tadında olsa da, canı sağ olsun, bir ara birilerine böyle bir şey söylediğinden adım gibi eminim.

34 yaşımda çoğu şahane beş yüz bin dizi izledim. Hiçbiri Sopranos'la Mad Men'in yanından geçmez.

Favourite episode? 7/1. Here's why:

The end of Mad Men S7/E1, "Time Zones" saw Peggy breaking down in tears in the secrecy of her rundown West Side apartment and a drunk Don freezing himself in surrender in the terrace of his Upper East Side condo after a day of frustration with the (non)sliding door, accompanying them in the foreground was an adequate choice; Vanilla Fudge's You Keep Me Hanging On. I felt so much for both. But the secret to Don's mood lay in President nixon's First Inauguration Speech dating back to 20th January 1969 which was on Tv -as it was broadcasted alive- in the living room as Don was polishing his shoes earlier in the day. Nixon's words caught Don's attention, he raised his head to listen to this: "We have found ourselves rich in goods, but ragged in spirit; reaching with magnificent precision for the moon, but falling raucous discord on earth. We are caught in war, wanting peace. We are torn by division, wanting unity. We see around us empty lives, wanting fulfilment. We see tasks that need doing, waiting for hands to do them."

Evet, evet, totalde duygusunun içine tamamen girdiğim yegane bölüm bu oldu. Daha bitmedi ama olsun, iddialı konuşur, yedi sezonun üzerine taç gibi koyarım bu bölümü.