23 Şubat 2015 Pazartesi

Kurumsal hayata sığamayan o çok özel kadınlar

Bir tane daha kurumsal hayatı bırakan deli dolu, gözü pek kadın hikayesi dinlersem kusucam. Yani mevcut işinde dikiş tutturamışsın ya da olmamış, istememişsin ve başka bir işe geçmişsin. Bu neden bu kadar büyük bir cesaret hikayesine dönüştürülüyor? Neticede hepimiz para kazanmak için bir şeyler yapıyoruz işte. Kurumsal hayatın da saygı duyulması gereken, bambaşka melekeler gerektiği niye hiç düşünülmüyor? Kimileri illa her şeylerine madalya takılsın istiyor. Kurumsal hayatı bırakan herkes kendini neden bu kadar özel, bu kadar renkli sanıyor? Kurumsaldan ayrılmışlar ama o sevmedikleri pazarlama-satış hala on numara.

Bu minvalde aklıma takılan diğer şeyler:

-Elbet herkesin çevresinde kurumsal hayatta çalışan birileri var. Bu insanların ruhu öküz mü? Değil. E ayıp değil mi şimdi kendini methetmelere doyamazken onları da aslında ha bire kötülemek? Bi de arkadaş, sen mesleği diş buğdaylarına biberon şekilli kurabiye pişirmeye bıraktıysan Allah aşkına bi sus otur. Kimse kusura bakmasın, o işe zerre saygım yok benim. Her şeye saygı duymak zorunda değilim.

-Kurumsal hayat kötü mü? Maaşta yamuk yapan bir yerde değilsen ayın biri dedi mi maaş tak yatar. İyi yerler bayramdan önce de yatırıyor, büyük hoşluk. Sigorta ödeniyor. Bazen Sodexho veriliyor ki onlar artık çek gibi değil, kart olmuş. Ya da yemekhane var. Bilhassa yabancı şirket yemekhaneleri çok afiliymiş. Ay neyse, aç gibi yemek işine yoğunlaştım.

-Bir de çoğu kez kurumsal hayatı o kadar çok kötülerken kurumsal hayattaki kocaya ufaktan bir teşekkür etmek hoş olabilir.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Mad Men


Bu diziyi çok yavaş, çok garip ve çok kuvvetli sevdim. Neredeyse üç sezon mesafeli gittim; usul usul ama sağlam büyüdü içimde. Kendimi kimsenin yerine koyamadığım, kimseyle özdeşleştiremediğim bir, iki diziden biri oldu. Hakkını vererek izledim. Bir gece izlerken dalıp gitmişim; "Adamlar o vakit ne güzel dizi çekmiş," dedim. Neticede bir de baktım ki dizi hayatımın bir bölümü olmuş; sonrasında geriye dönüp diziyi düşündüğümde onu çoğu bölümünü soğuk balkonda üstümde paltoyla izlediğim kıştan ayrı hatırlayamayacağım.

Don'ın Megan'a çocuklarını sevmediğini, sevemediğini söylediği bir bölüm vardı. İçime en çok o bölüm işledi. Don'ı babama benzettiğimden olacak. Şimdi ilişkimiz diner'larda cherry topped soda hüpletmek tadında olsa da, canı sağ olsun, bir ara birilerine böyle bir şey söylediğinden adım gibi eminim.

34 yaşımda çoğu şahane beş yüz bin dizi izledim. Hiçbiri Sopranos'la Mad Men'in yanından geçmez.

Favourite episode? 7/1. Here's why:

The end of Mad Men S7/E1, "Time Zones" saw Peggy breaking down in tears in the secrecy of her rundown West Side apartment and a drunk Don freezing himself in surrender in the terrace of his Upper East Side condo after a day of frustration with the (non)sliding door, accompanying them in the foreground was an adequate choice; Vanilla Fudge's You Keep Me Hanging On. I felt so much for both. But the secret to Don's mood lay in President nixon's First Inauguration Speech dating back to 20th January 1969 which was on Tv -as it was broadcasted alive- in the living room as Don was polishing his shoes earlier in the day. Nixon's words caught Don's attention, he raised his head to listen to this: "We have found ourselves rich in goods, but ragged in spirit; reaching with magnificent precision for the moon, but falling raucous discord on earth. We are caught in war, wanting peace. We are torn by division, wanting unity. We see around us empty lives, wanting fulfilment. We see tasks that need doing, waiting for hands to do them."

Evet, evet, totalde duygusunun içine tamamen girdiğim yegane bölüm bu oldu. Daha bitmedi ama olsun, iddialı konuşur, yedi sezonun üzerine taç gibi koyarım bu bölümü.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Bu oldu.

26 yaşımdayken içkili bir Taksim gecesi sonrası herhalde 3 falan gibi dolmuşun ön koltuğunda sızmışım. Şoför ineyim diye beni Bostancı'da uyandırdığında dolmuşta kimse yoktu. Fakat sonra uykulu halde sokaklarda daha dolanmayayım diye evime bıraktı ve hatta galiba uyardı. Bu yüzünü bile hatırlamadığım genç adama senelerdir şükrediyorum, onun için iyi şeyler diliyorum. Ama bugün daha çok.  

10 Şubat 2015 Salı

"Aman Jay-Z, tadımız kaçmasın."

Dün sabah uyanır uyanmaz aklıma gelen ilk şey Kanye West'in ne iğrenç bir herif olduğuydu. Gözümü ne garip şeylerle açtığımı geçelim. Öğlene doğru kendisinin Grammy Ödülleri'nde Beck'e ettiklerini öğrendim. Daha önce aynı şeyi Taylor Swift'e de yaptığını okudum. Ve içim kendisine karşı bir kez daha nefret doldu.

Neymiş, efendim? İkisinin de aldığı o ödül aslında Beyonce'nin hakkıymış. Ona vermeleri gerekirmiş. Yapılan şey sanata saygısızlıkmış. Kendini beğenmiş, haddini bilmez, goygoycu, cahil kıro. Peki bu adam bunları söylerken seyircilerin arasındaki Beyonce ve kocası ne yapıyordu? Gah gah gülüyordu. Beyonce ve kocası kendilerinden birine, başka bir müzisyene yapılan terbiyesizliğe işte böyle gülerek karşılık verdi. Benim bildiğim kadarıyla bugün bir açıklama da yok; etliye sütlüye bulaşmadılar.

Oysa ödül almak güzel bir şeydir herhalde; adam heyecanlı, sevinçli, gururlu; konuşma yapacak, teşekkür edecek, ödül aldığı anı hayat boyu hatırlayacak. Ama al sana şiş surat West. Bir ömür o güzel anında o da var artık.

Bu her daim sanatın ve sanatçının yanında yer alan, ulvi amaçların insanı Kanye, Beyonce, kocası Jay-Z, Rihanna; işte bunlar hep oraların çingenesi, kırosu. Yabancı olunca, bir de uzaktan bakınca kimseye daha pırıltılı gelmesin. Bunlar kapatmalarını kurşunlatan türkücülerin biraz daha yontulmuş, Afro-Amerikalı, Hristiyan versiyonları. Yoksa olay yetenekse, hepsi yetenekli.

Bana uzaktan Kuşum Aydın'ı andıran Beck ise bugün, "Ben kendisini severim. Ne yapalım, herkesi memnun etmek mümkün değil," demiş. Hımmm. Sevme ya. Olma bu kadar ılımlı. En azından bir saygısızcaydı, yakışmadı, ayıp oldu falan de. Çünkü hakikaten öyle oldu. O kadarını demekle senin de insanlığından, beyefendi sanatçılığından gitmez.

9 Şubat 2015 Pazartesi

On dakika kadar süren Eurail* hevesim


Mümkün değil. 

(*Avrupa vatandaşı olmayanların çıktığına Interrail değil, Eurail deniyormuş. Zaten sitesi de ayrı.)

Yaklaşan yeni yaşımda kendime kıyak bir hediye vermeye; Polonya, Slovenya ve Avusturya'yı görmeye niyetlendim. İşte bu üçü birbirine yakın diye trenle bu işi kotarırım sandım. On dakikada şunu anladım: Buradan Polonya'ya gitmek sanırım (sandığıma göre o kısmı pek de anlayamamışım) sekiz ya da yirmi dört saat sürüyor. Sekiz kere tren değiştiriyoruz. (Bundan eminim.) Trene burada Halkalı'dan biniliyor ki Halkalı hangi yakada onu dahi biliyorsam ne olayım. Sonrasında yedi kere tren değiştiriyoruz.

Kendimi ineceğim yeri kaçırmayayım diye bütün bir gece güç bela uyanık kaldıktan sonra gecenin bir yarısı koskoca bir garda dilini bilmediğim insanlara (Balkan halkının İngilizce bildiğinden şüpheliyim, neticede bir Kuzey Avrupa değil) tren-peron sorarken, eşek ölüsü ebadındaki bir valizi kan ter içinde sürüklerken hayal ettim. Ben bu kalp çarpıntısıyla seyahat edemem. Hem tuvalete gitmem gerekse kime emanet edeceğim o valizi? Sonra çeşitli Avrupa tren istasyonlarındaki önceki hallerim geldi aklıma. Ve soğudum. Tatil bu değil, hediye bu değil.

Fakir işi desen bu olaya, tam olarak o da değil. Bilet ücretli rezervasyonlarla birlikte (sekiz trenin beşinde rez. zorunlu ve paralı) 1500 liraya geliyor. Daha azına Polonya'ya gidiş-dönüş uçak bileti alabilir, ülkeler arasını gündüz trenle katedebilirim. Elbette daha fazla veriririm ama daha rahat seyahat ederim. Belki sadece Polonya'ya giderim; neticede niyetim Auschwitz'i görmek.

Vizyonerlik budur.

Daha çok süt veririm.
O kadar çok çalışıyorum ki anlatamam. Dün, "Keşke benden iki tane olsa; birimiz çalışırken, birimiz evi derler, toparlar," diye geçirdim.

Sonra durdum. "Bu ne lan?" dedim. Hayale bak. Ne orta direk hayallerim, ne kıt hayal gücüm var diye kendime kızdım. Ben bilimkurgu yazsam; demek başroldeki kadın bir nedenle çoğaltılırsa ancak daha çok masa başı çalışır, daha çok ev işi yapar. Wow, heyecan fırtınası.

8 Şubat 2015 Pazar

Kıskançlığa gülenin kıskançlık kadar aklı yoktur!


Kara Ekmek'in üçüncü bölümünde en çok dikkatimi çeken şey Mine'nin kıskanç sevgilisi oldu; o yüzden onun üzerinden gideceğim. Şimdi bu delikanlı sevgilisine her telefonu bodoslama, "Nerdesin?" diye açan, kızın kot pantolonuyla bile derdi olan, kızı, "Sahipsiz sanmasınlar," iddiasıyla kızın yeni iş yerine bırakmak isteyen, bırakamayınca gizlice giden, gizlice gidince postayı yiyen bir özgüven fırtınası.

Kıskançlığın artık toplumumuzda osurmakla aynı muameleyi görmeye başlamasının zamanı geldi de geçiyor. İstesek, ihtiyaç duysak bile alenen osurmuyorsak, aynı şey kıskanmak için de geçerli olmalı. Bu da ayıplanmalı, sosyal açıdan uygunsuz addedilmeli. Nasıl ki sevgilimizi osurarak tavlamaya çalışmıyoruz, kıskançlık yaparak ya da kıskandırmaya çalışarak cilveleşmek falan da o derece banal.

Bu vesileyle hepinizin yaklaşan Sevgililer Günü'nü kutlarım.


5 Şubat 2015 Perşembe

Popüler blog

Popüler bir blog ya da herhangi bir popüler sosyal medya hesabı sahibi olmak bazı açılardan başa dert olsa gerek. Bu kanıya elbet yorumlardan vardım. Ve ben yazıyı okumam, fotoğrafa bakmam; altta millet ne kapışıyor diye bakarım. Hesap sahipleri bu durumdan ne kadar etkileniyor, ne kadarına alışıyor da artık sallamıyor merak ediyorum. Ben meşhur blogger'la röportaj yapacak olsam yaklaşan trendleri değil, bunları sorarım biraz.

Popüler blog yorumcularını şöyle kategorize edebiliriz:

1) Haters gonna hate.
Blogger'ın ağzıyla kuş tutsa yaranamayacağı, takibi de bırakmayıp yarışmaya love to hate kategorisinden katılanlar. Blogger'ın her şeyine laf edenler. Şişmansın, çirkinsin, bacakların odun gibi falan diyenler. Çoğunun dediği şeyleri ben de düşünüyorum, şimdi yalan olmasın. Ama işi fiile dökmekle dökmemek arasında dağlar var. Bunların ılımlısı bu renk size yakışmıyor, saçınızı böyle yapmalısınız gibi şeyler söyleyen tatlı dilli baş öğretmenlerken, karşı grubu ise blogger'ın her şeyine beş kalp basan hayranları oluyor. Hepsini burada bir kere zikrettik, kafi.

2) Asalaklar.
Popüler blogger'ın kitlesinden nemalanmak için her şeyin altında kendi sattığı dizayn sabun, tepsi, kavanoz, kurabiyenin, ihraç fazlası ürünlerin ya da çakmaların reklamını yapanlar. Bir önceki için konuşuyorum; çoğu varoş zevkinin kitch sanat eserleri. Sattıkları hiçbir şeyi evden içeri sokmam. Yalnız burada çoğu kez vergi dairesini de ilgilendiren bir durum var sanki.

3) Nereden aldınızcılar a.k.a. gerizekalılar.
Markalar etiketlenmiş olmasına, yorum kısmında hashtag'lenmiş olmasına rağmen, "Şunu, bunu nereden aldınız? O ne marka, bu ne marka?" diye soran leylalar. Bir de bunların seveni Yazıyor, şuradan almışçılar var. Yardımseverlik tops. Sonra karşılıklı teşekkürleşiyorlar falan. Yawn... Zzz.... Diğer takipçilerden yardıma koşan çıkmazsa blogger'a küsüp kızan da var. Cvp pls!!! Bkz. alt tarafı bir ruj numarası öğrenmek için yardırmak.

4) Dindarlar.
Favori grubum. Paylaşılan gusto fotoğraflarda her daim domuz etine, Ramazan'da ve kandillerde içkiye, yemeğe ve crop top'a karşılar. Hani her şeyi kendisi hakkında sanan insanlar vardır ya, bu da o hesap. O illa bakacak; sen açmayacaksın, sen yemeyeceksin, sen içmeyeceksin. Hassasiyet kilit kelimeleri. İlginçtir, aynı hassasiyet ülkemizin Hristiyan ve Yahudi nüfusunda niyeyse yok. Paskalya perhizi ya da pesah sırasında hiçbirinin gıkı çıkmıyor. Konuşun, şekerim, azıcık da siz deyin!

5) Been There/Done That
Seni takip ediyoruz ama sende para varsa bizde de var, hanım kız ekolü. Misal; Paris'te misin? Hemen, "X kafeye uğramadan dönmeyin," yazar. Bana ne abi, meşhur moda blogger'ı benim gidip de sevdiğim kafeye/lokantaya gitse ne olacak? Kimseye o kadar kanım kaynamıyor. Misal; hanım kız Paris'te makaron fotoğrafı mı koydu? "Ah, çok özledim oranın makaronlarını," diye yorum bırakır. Hani o da biliyor bu işleri, kapiş? Sezon, marka ayakkabı? O da almıştır, onda da pembesi vardır mesela. Zaten zengin şununla bununla da giyerim endişesi taşımadığı için daha renkli alışveriş yapar. Balenciaga çantayı gider civciv sarısından alır, gibi.

6) Türkçe 101
Türkçe konuş, vatandaş. O caption niye İngilizce, niye, niye, niye? Çıldırıyor. Daha ılımlısı, "Türkçesi de olsa da anlasak," diye serzenişte bulunuyor. Ay bu İngilizce muhabbeti de beni ne bayıyor, ne bayıyor anlatamam. Bebeğim, hepinizin hem Türkçesi, hem İngilizcesi boktan zaten. Körlerle sağırlar birbirinizi ağırlıyorsunuz. Aynı zamanda disiplin kurulu üyesi de olan edebiyat öğretmeni gibi takılma, geç.

7) Kodamanlar, abazalar.
Sapık tonuyla bi, "Çok güzelsin,", "Woww,", "Sexy," falan deyin. Vallahi benim kanım çekiliyor. Özelden daha başka şeyler diyorlar mıdır acaba? Kesin diyorlardır. Öööö. Hah, bak bunu da sorardım röportaj yapsaydım. Evlenmek isteyen de çıkıyor. Temiz niyet önemli tabii. O havalı, eğitimli kızların hayallerinin erkeği Teneke Çıkmazı'nda çünkü. İnsan biraz kendini bilir yaa.

8) Ayak görmekten çok rahatsız olanlar.
Gizli gizli seveni de vardır elbet ama kimilerinin ayakla bir sorunu var. Evet, kimi ayaklar çirkin. Ama Allah için, bu kızların ayakları bakımlı oluyor şimdi. Hem who cares? Ayaksa ayak. Sanki ağzımıza sokuyor. Ayak görmeye bu kadar karşı insanlar için yaz mevsimi kabus olmalı. Bunlar da mevsimlik bir grup zaten. Ayakla bu derdi anlayamıyorum.


Efsane Sopranos bölümleri



S2E1 Guy Walks Into A Psychiatrist's Office...
Frank Sinatra'dan It Was A Very Good Year ile muhteşem bir sezon açılışı yaptılar. 

S2E13 Funhouse
Tony zehirlendi, teknede o halde Salvatore Bonpensiero'yu öldürdü. Sonra bir de o garip rüyalar var. Ekran başında bölümün duygusu resmen ruhuma sirayet etti. Çok acayip, çok kuvvetli bir bölümdü. 

S3E4 Employee of the Month 
Dr. Melfi'yle ilgili üzücü bir bölümdü. Tecavüze uğradı, sonrasında kahve alacakken adamın ayın elemanı olduğunu gördü ama kendisiyle çok çekişse de adamı Tony'ye ispitlemedi.  

S6E11Cold Stones
Carmela içi Benjamin Franklin'lerle dolu, yeni bir LV cüzdanla Paris'e gitti, yine olmadı. Bazen hakikaten nereye gidersen git yine olmaz. O Paris sahnelerindeki kasveti ekmeğe sürer, yerdin. 

S614 Stage 5
Bölüm boyunca artan gerginliğe sonda John Cooper Clarke'tan Evidently Chickentown ile tavan yaptırdılar. O son sahne bana Haneke'nin Funny Games'inin başını hatırlattı. Bir hafta yattım kalktım bu bölümü düşündüm. Link

S6E15 Remember When
Bölümün adıyla müsemma hafıza kaybı ve Junior'la ilgili bir bölümdü. Yaşlılıkla ilgili hikayeler beni etkiliyor. 

Made in America adlı son bölümde çalan son şarkı The Journey/Don't Stop Believin' ile seyirciye yine dizide şarkı kullanmanın da ayrı bir sanat olduğunu gösterdiler. 

Kara Ekmek



Atv'de Cuma akşamları Kara Ekmek adında bir dizi yayınlanmaya başladı. Cumartesi akşamları da tekrarı oluyor. Cuma akşamı ayrı, Cumartesi akşamı ayrı seyrediyorum. İşte öyle renkli bir hayatım var. Lakin en azından Cuma akşamları diziyi kaydediyor, öyle izliyorum. Cumartesi akşamları tekrar olduğu için daha az reklam oluyor, o zaman kaydetmiyorum.

"Neden Kara Ekmek?" derseniz; annem, "Televizyonu kapat," dediğinde kumandayı elime aldığım an ekranda "1. Bölüm" yazısıyla karşılaştım. Sonra başroldeki kızın, "Teneke Çıkmazı'ndan kurtulup o ipek çarşaflı yataklarınıza giricem," diyen sesi duyuldu. Standartlarım yüksektir, bu kadarı bana yetti.

Bu hafta üçüncü bölümü yayınlacak diziyi şu şekilde özetleyebiliriz: manikürcü Asiye hamile olduğunu anlayınca önce çalıştığı kuaförü birbirine kattı ve oradan Haneke/esk bir tavırla ayrıldı. Yani; patronun paltosunun cebine kırık çay bardağı koydu, kadın da Piyanist'teki gibi elini kesti. Keşke öyle bir işim olsa da şu şekil ayrılsam dedirtti bana. Sonra sevgilisine hamile olduğunu söyledi, evlensinler istedi falan ama çocuk (muhtemelen içinde kontörü de olmayan) iPhone'unun taksidinin henüz bitmediğini söyleyerek kürtaj parasını kırışmayı teklif etti. Asiye telefonu kırdı. Haa, bir de sonra çocuğu bıçakladı Nikita Asiye.

Asiyeler'in gecekondularındaki durumu özetleyelim: yeni karısına çok düşkün, işportacı baba; bir genç kız, bir lösemi kız kardeş, bir elması eksik kötü kalpli üvey anne, onun küçük oğlu, yaşlı babaanne ve bir de özürlü bir delikanlı var ki Atv dizinin sayfasında oyuncunun adını yazmaya bile gerek görmemiş ve biraz ayıp etmiş adeta.

Asiye zengin bir çocuğun sevgilisini yanlışla uçurumdan ittiğini görüp olayı kayda alınca, kız da aşağıda tanınmayacak hale gelince hem sevgililerin kavga etmek için uçurum kenarları yerine daha güvenli yerleri tercih etmesinin önemi anlaşıldı, hem de Asiye kızın yerine geçti ve rotayı oradan zengin çocuğun yalısına çevirdi.

Yalı dedin mi benim için akan sular durur. Yalı, köşkle bir mi? Yaprak Dökümü'ndeki köşkü görmüştük, tiyatro dekoru gibiydi. Sonra her dizide olduğu gibi dominant karaktere yine bir dekorasyon hırsı gelmişti de biraz değişmişti. Bakın canım Beren Saat bile yalı olmadı mı pek oynamıyor. Hoş, oynamasın da zaten; zengin rolleri, dönem dizilerini, filmlerini daha çok yakıştırıyorum ona. Neyse, bu yalıda da bambaşka bir hayat var. Bilahare açarım, şimdi yazı fazla uzamasın.

Gerisi modern Cinderella. Asiye yalıda belli ki yol, yöntem öğrenecek. Ağır abi gibi ters yapma lanlı lunlu, bak koçumlu konuşmaları bir nebze bırakacak. Ölmediğini anlayan üvey anne ona şantaj yapacak falan filan. Kastlar arası aşk yaşanacak. Hadi bakalım, güzel dizi valla. Yazarım yine.